Dalâlet; “sapma, sapıklık, yanlış yolda gitme,” gibi mânâlara geliyor. Bu yolda gidenlere ise “ehl- i dalâlet” deniliyor. Fatiha suresinin sonunda, “Bizi gazabına uğramış olanların (mağdub) ve dalâlete düşünlerin (dallîn) yoluna değil, sırat-ı müstakime hidayet et.” diye bir dua cümlesi vardır. Tefsir alimleri, dallîn güruhuna Hıristiyanları, mağdub gurubuna ise Yahudileri misâl verirler. Bunlar sadece birer misâldirler; yoksa, bu fırkalar sadece bu iki zümreye mahsus değildir.
Yahudiler Tevratı tahrif ettikleri ve peygamberlerini öldürdükleri için Allahın gazabına layık olmuşlardır. Hıristiyanlar ise, üç ilâh safsatasını kabul etmekle hakikatten sapmış, tevhit inancından ayrılmış ve dalâlete düşmüşlerdir.
Bununla birlikte, söz konusu iki gurubu kesin hatlarla birbirinden ayırmak çok zor. Ama birincisinde, yani mağdub gurubunda sefahat, rezalet ve azgınlık ön plana çıkıyor; dallîn güruhunda ise yanlış fikirler ve batıl inançlar. Yoksa, kelime mânâsıyla bakıldığında, yanlış yola giren dallînler de mağdupturlar, yani Allahın gazabına uğrayan zümredendirler. Aynı şekilde, ahlâkî yönden dejenere olmuş azgın kavimler de dalâlet üzeredirler ve Allahın gazabına uğrayacaklardır. Her ikisinin ortak özelliği, istikametten sapmaları, Allahın kahrına layık kimseler olmalarıdır. Ama, birinci gurupta azgınlık daha hâkimdir, ikincisinde ise sapkınlık.
İstikamet, “peygamberlerin, sıddıkların, şüheda ve salihlerin” yoludur. Bu yola giren insan, her türlü edep dışı hâllerden uzak kaldığı gibi, yanlış inanç, sapık düşünce ve batıl felsefelerin de hiçbirini ruhuna yanaştırmaz; kalbinden uzak tutar.
Şöyle düşünebiliriz: hidayet, Allahın gösterdiği ve razı olduğu yoldur. Bu yol cennete çıkar. O saadet yurduna ve o rıza beldesine ancak Allah elçilerinin izinden gitmekle varılabilir.
Nur külliyatında, küfür ve dalâlet iki kısma ayrılır: birinci kısım için, “Amelî ve ferî olmakla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalâlet kolaydır.” şeklinde bir açıklama getirilir. İkinci kısım için ise, “amelî ve ferî olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hükümdür” denilir. (Lemalar)
Birinci guruba girenler, kul olduklarını hiç düşünmeden, ahireti hesaba katmadan, dünyanın gayri meşru zevklerinden azamî ölçüde faydalanmak isteyen sefih ve ahlâksız kimselerdir. Bu gün batı gençliğinin yüzde doksanından fazlası ateisttir, ama bunların da yüzde yüze yakın kısmı bu birinci guruba girerler. İmansızlığı “itikadî ve fikrî bir hüküm” olarak benimseyen ve bunu dava edinerek başkalarına benimsetmeğe çalışanlar ise çok azdır. Birinci grup “mağdup,” ikinciler ise “dallîn” sınıfına girerler.
Hidayete ulaştıran yollar gibi, dalâlete sürükleyen sebepler de çok çeşitlidir. İman en büyük hidayettir; bunun zıddı ise küfürdür. O hâlde, dalâlet denilince öncelikle küfür anlaşılacaktır. Küfür, iman yolundan sapma demektir.
“Kim imanla küfrü değiştirirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur.” Bakara Sûresi, 108
Tevhit yani Allahı bir bilmek de başlı başına bir hidayettir. Öyle ise şirk yolu da dalâlettir. Şu âyet-i kerimede dalâlet, şirke düşmek mânâsında kullanılmıştır:
“Allaha ortak koşan kimse, şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür.” Nisa Sûresi, 116
Ahlâk kavramını çiğneyip, hayvan gibi sadece şehvet peşinde koşmak da doğru yoldan bir sapmadır. Ahlâk, hidayet yoludur; edepsizliğin her türü ise dalâlettir.
Şu âyet-i kerimede dalâletin bu çeşidi nazara veriliyor:
“Onlar hayvan gibidirler, hatta, yolca ( tuttukları yol itibariyle), daha da sapıktırlar.” Furkan , 44 Başta, materyalizm, tabiatçılık, evrimcilik olmak üzere, İslâma zıt her türlü felsefî akım da birer dalâlet yoludur ve bunlara tabi olanlar da dalalet ehlidir.
Tarih boyunca nice bâtıl düşünce akımları çıkmış, fakat günümüzde çoğunun mensubu kalmamıştır.
İnsanın kul olduğunu, bu âlemde misafir bulunduğunu ve ahirete yolcu olduğunu unutan kimselerde, kulluğun yerini enaniyet ve kibir alır. Kendi ruh dünyasını kendi aklıyla şekillendirmeye kalkışan ve sadece nefsinin razı olacağı bir ahlâk anlayışını benimseyen bu gibi insanlar, hak ve hakikatten sapmış ve dalâlet yoluna girmişlerdir.
Müminlerin yaptıkları her türlü yanlışlık da, doğru yoldan sapma demektir. Ama bu hataları işleyen kimseler, kelime mânâsıyla, dalâlete düşmüş olsalar bile dinî terim olarak onlara ehl-i dalâlet denmez. Nitekim, miras taksimiyle ilgili bir âyet-i kerime şöyle son bulur: “Şaşırıyorsunuz diye Allah size açıklıyor. Allah her şeyi bilendir.” Nisa Sûresi, 176
Âyette, dalâlete düşmekten söz edilmiş, ama tercümesinde “dalâlet” yerine “şaşkınlık” kelimesi kullanılmıştır.
Şu âyet-i kerime, dalâletin çok önemli bir kaynağına dikkatimizi çekiyor: “Kâfirler, Allah bu misâlle neyi murat etmiş, derler. Allah onun ile çoklarını dalâlete atar (saptırır) ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat ancak fâsıkları dalâlete atar.” (Bakara Sûresi, 26)
Demek oluyor ki, insan fısk ve günah vadisinde ilerledikçe bu menhus yolculuğa alışır; ona bağımlı hâle gelir. Bu gibi insanlar, kendilerini aldatmak ve nefislerini tatmin etmek için, yanlış bir fikre yahut batıl bir inanca yapışmaya adeta can atarlar.